Kayıp

Demiştim, zaman yoktur. Zaman sadece rüyaları ölçer. Dışa bakanlar rüya görür, içe bakanlar uyanır1 ve fakat rüyalarsa sadece hatırla(n)mak için.2 Hatırladığımız şeylere de bir öncelik sonralık atfederek bir zaman algısı oluştururuz. Yine de üzerinde konuşulamayan hakkında susmalı.3

Bütün paydaşlar, bir merkezin etrafında dönüp dururlar. Gezegenlerin güneşin etrafında dönmeleri gibi. Ne yaklaşabilirler, ne de uzaklaşabilirler. Bir ışık görürler, o ışıkla yakınlıkları nisbetince aydınlanır, hayat bulurlar.

Hiç kimse ışığın (güneşin) mahiyetini bilemez, bilense ordan geri gelemez. Belki bazıları biraz daha parlaktır: Ay gibi. Işığı kendinden değilse de ışıyıp durur penceremin karşısında.

Güneşin içinde kaybolanlar; bizim bilmediğimiz o yerde hep birlikte bizi beklerler. Onları bekletiyoruz,çünkü biz de vaktimizi doldurmalıyız.

Bunu bana anlatmak için koca bir ekip 6 sene boyunca çalışıp çabaladığınız teşekkür ederim.

Benjamin'in dediği gibi: We're all convinced sooner or later.

-

1:Jung, 2:Murakami, 3:Wittgenstein

Paydaş

Sevgili Wittgenstein, kıymetli Kierkegaard ve Jung ve hatta sıfatsız Freud; şu benim hayat sürdüğüm zamanlarda sizlerden birer peygamber gibi ceket iliklenerek bahsediliyor. Ortaya koyduğunuz fikirlerse, koşulsuzca ve sorgusuzca sarsılmaz temel taşı niyetine kullanılıyor. Başka memleketleri bilmem ama burda, akademi bile tam anlattığım gibi. Sanıyorum böyle olsun istemezdiniz.

Benim için lise arkadaşlarımdan farklı değilsiniz. Hepsi de akıllı ve kıymetli dostlar, iyi çocuklar. Hatta geçen birisini uzaklara uğurlamak için toplandık, gece yarısına kadar sohbet ettik. Siz de gelseniz güzel olurdu.

Sizleri paydaşım olarak görmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ne dersin Freudcan; bu benim şişik ve dahi psişik egomdan mı kaynaklanıyor? Üstelik paydaş derken, neyi paylaşıyoruz onu da kestiremedim şimdi. Bi'ara geldiğinizde konuşalım bu meseleyi.

Görüşürüz.

Kan Kardeş

Şimdi adını bile hatırlamadığım bir çocuk hikayesinde ellerini kesip kan kardeşi oluyorlardı. Sonra aradan yıllar geçip de biri hayata gözlerini yumunca, öbürü müteveffanın ailesinin geçimini de üstleniyordu. Doğrusu ya her kişinin işi değildi kan kardeşlik. Acaba bu bir Ömer Seyfettin eseri miydi? Sanmam, o kadar da travmatik değil.

Biz büyüdük ve kirlendi dünya sözü mucibince sonraları kankalık müessesesine dönüştü bu kan kardeşi olma işi. Biraz da yılışık bir hal aldı. Benzeri bir başka yılışma şekli "ortağım" da yöresel ağızda hayat bulur.  (ortaaam diye okunur. A harfinde bir miktar incelme de mevcuttur.)

Yok hayır, bu yılışıklığa o kadar da takmış değilim. Beyler ve hanımlar için efendilik namazı kılınmış, duası okunmuş, artık unutulmuş bir kavram.

İtirazım, yakın arkadaş olma hallerine. Bazen iki kişi arasında, bazen de bir komün halinde "yakın" olma haline en üst perdeden itiraz ediyorum. Bir yere kadar Ece Temelkuran'ı dinlemekte fayda var: Kimse kimsede o kadar yol alamaz.

En başta şu var; yakın arkadaş ya da arkadaş grupları insanı kendi olmaktan ve kendi bağımsız bireysel kimliğini inşa etmekten alıkoyarlar. Bir başkasının özgürlüğünü ve özgünlüğünü kısıtlamayacak mesefade duranlarsa, zaten yakın arkadaş—kanka- olmazlar.

Bu yakınlık en başta mahremiyeti öldürür. Ayrısı-gayrısı olmamak müthiş bir konfor yanılsaması sunar insana. Sırların ve beyaz yalanların olmadığı, tümüyle ve bütünüyle güvenilir bir dünya! Sanki cennetten bir parça! Belki de bu yüzden hiç anlayamadım ve iğrenerek baktım düğün ertesi erkek dedikodularına. "Dizleri titrememiş mi?"

Bu yakınlıkta ve her şeyin bilinmesi halinde kişi kendine özel bir alanı nasıl inşa edebilir ki? Hayır bu herkes kır evine kapanıp, birer keşiş olsun temennisi değil. Kalabalık bir otobüste, biraz nefes alacak bir boşluk arayışı. Sırf bu yüzden metrobüsten uzak duruyorum sevgili okur.

--o--

Bir şeyler eksik. Tüm yakınlıklar da eksiği tamamlamak için tesis edilen birer yanılsama, her biri susadıkça içilen bir başka deniz.

Halbuki insanın tam içinde var bir tatlı su çeşmesi; içi, içinin içinde. Ama o kadar derinde ki, kendi başına dalıp da içemez suyu, içemedikçe dinmez yangını.İşte eksiği tamamlamanın yolu burada sanki. Önce çeşmeyi bul, sonra suyun kaynağına ulaş.

O halde tek ihtiyacım olan, bir yol arkadaşı mı?

Dokuma Tezgahı

Bir dokuma tezgahı olarak benlik [algısı] ve zaman: Evvelce 'zaman yoktur' demiştim.

Zaman aslında yok. Tam olarak kavrayamadığımız şeylere nicelik atfetme çabamızın bir sonucu. Herhangi bir referans noktası olmadan kendi varlığını kavrayamayan benliğimizin kendisi için oluşturduğu bir mihenk taşı. Güneş sayesinde hayatımızı eşit parçalara bölen bir algı ürünü. Nasıl ki boyumuzu ölçüp kaç santimetre olduğumuzu bilmeden önce de yaşayabiliyorduysak, zamanı tam olarak ölçebilmeden önceden de yaşayabiliyorduk pekâlâ. Üstelik tam olarak ölçebiliyor muyuz bu kısmı da tam bir muamma. Elektriğin bulunmadığı yıllarca güneşin hayatımızda bulunuşuna göre karar vermişiz. Saatleri ayarlama enstitusu bunun için ortaya çıkmış. Bir şekilde sürekli aydınlık veya sürekli karanlık bir dünyada yaşıyor olsaydık, nasıl gelişecekti insan ırkının zaman algısı? Hepimizi delirecek miydik hapishane hücrsinde gecesi gündüzü birbirine giren kader mahkumları gibi? Şu yüzyılda oturup atom saatini yapmamış olsaydık ne olurdu hal-i pür melalimiz?

Zaman, ucunu bucağını bilmediğimiz evrende kısıtlı bulunuş süremizi ölçmek için kullandığımız bir cetvel sadece. Sadece üzerinde yaşadığımız dünyanın bile kaç yaşında olduğunu bilemiyoruz. Kilisenin ortaçağ tarihinde bir kaç yüzyıl çaldığı/eklediği bile tartışılıyor. Böylesi bir belirsizlik düzleminde çevredeki sabit duran nesneleri referans alarak kendimizi tanımlıyoruz. Falan yerde, filan tarihte doğan kişiyim ben, boyum şu kadar, enim bu kadar. Bu musun sahiden? Kendimizi bilmek ve bildirmek için sahiden zamana ihtiyacımız var mı? Ya da zaman sahiden var mı?

O vakit başka bir ülkede yaşar, başka bir isimle anılırdım. Özetle; zaman yoktur, yaşantı vardır. Tiktaklar ve saatler yalnızca titreşimler olduğuna göre, tıpkı ortada hiç bir şey yokken bir cetvelin tümüyle işlevsiz olması gibi yaşayan hiç kimse yoksa, zamanın da kendi başına bir varlığı olmayacaktır.

Kocaman bir boşluğun içinde 127 santimlik başka bir boşluğu ölçmek neye yarar ki? Yaşayan hiç kimsenin olmadığı yerde, zaman neyi ölçecek ki? Burada yaşamı ölümün karşıtı olarak düşünürsek, zaman yalnızca ölümlüler için geçerli bir kavram olur. Bunu sonra tekrar düşüneyim.

O halde yaşayan öznelerin zamanı vardır ve fakat bu zamanı quartz titreşimleriyle ölçmek ne kadar rasyonel onu bilemem.

Yaşayan her bir özne kendi zamanına sahipse, bir ip gibi uzanıp gidiyorsa boşluğun içinde, bir serencam oluşturuyorsa kendi halinde; işte bu iplerin [zamanların] kesişip üst üste binmesinden de bir kumaş çıkar ortaya. Her an dokunmaya devam edilen, her dem yeniden yaratılan.

Hepsini bir araya toplayınca, dünya üzerindeki yaşam faaliyeti, yaşayan benliklerin birbirine geçmesiyle oluşan/dokunan bir kumaştır diyorum. Bu benliklerin seçimleri, sıçramaları;  kumaşın balık sırtı gibi desenler almasına, büzgüler oluşmasına sebep olabiliyor yer yer. Üstelik bu, henüz yazılmamış ve yazılmakta olan bir kader algısıyla da örtüşüyor.

Yine de; ben yoksam ve o benlikler hep vehm-ü gümanımsa, bu kumaş gerçekte nasıl bir mahiyettedir ki?

Yoksa Jacob'ın dokuduğu kumaş mı?