Aslında

İyi biriyim.

Tüm noksanlarıma ve hatalarıma rağmen.

Karanlıkta

sarmalSarmal içten dışa doğru ilerler. Tabî olan budur sanıyorum.

Düşünürken, sarmal çizmeyi severim. Sırf keyif için de yapabilirim bunu. Fakat şimdiye dek dıştan başlayınca düzgün sonlandırabildiğim bir sarmala rastlamadım. Solaklardan şüpheleniyorum, belki onlar yapabilirler.

Karonun varlığından emin değilsem de, bir karo var evet. Dün bir restorandan aldım. Uzayın karanlık bir köşesinde üzerinde durduğum karonun varlığından ise hep şüpheliyim. Yine de tekrar düşününce, kendime diyorum ki: bu kadar şüpheci olmak iyi değil. Bir restorandan karo temin edebiliyorsan; uzayın bir köşesinde niye olmasın ki?

Emin olduğum bir şey varsa; o da kendimin varolmasıdır.

Karo, bilebildiğimi sandığım şeylerdir.

Bu halde, bilmek için evvela bilecek bir özne olmak icab ediyor. Karanlığın içinde bilmeye başlayan, varolan bir şey; bilinç, bilincim. Altını ya da üstünü bilmiyorum, şu an için sadece bilebilen bir varlıktan bahsediyorum. Kendisi dışındaki şeyleri ve kendisini bilebilen bir varlık. Yokluğun, hiç bir şeyin olmadığı karanlık yerde artık birden vâr olmaya başlayan.

Çok iyi hatırlamasam da bazen dört yahut beş yaşımdaki zamanları düşünüyorum. Evet, şimdi çocukluğa iniyoruz evet; bazen çok özlüyorum insan gücüyle dönen o salıncağı.O yaşlarda dünya çok büyük, bense çok küçüktüm. Sokağımızdan ötesini bilemiyordum.

Sabahları çekirdek aile kahvaltısı yapardık, sonra babam hazırlanıp işe giderdi. O sıralarda niyeyse ortalıkta dolanırdım; babam kocaman gelirdi bana aşağıdan bakınca. Bacak kadar bile değildim. Sanki bir kuyudan yukarı bakarmış gibi hissederdim –ki bu hissi hala net bir şekilde hatırlıyorum. Evden çıkmadan olsa olsa bir gazoz alacak kadar bir harçlık kapardım. Kuyudan dışarı uzanır gibi yukarı uzatırdım kolumu ve avucumun içinde metal paranın soğukluğunu hissederdim.

Toru Okada’nın kuyusuna benzeyen bu kuyu ve karanlık, bilincim ile ilgili ilk hatırlayabildiğim şeylerden biridir. Sonra yavaş yavaş bilmeye başladım: Kapıcının ekmek getirdiğini, yemeğin ocakta piştiğini ve aslında dünyada ziyadesiyle yalnız olunduğunu.

Yok yahu klişelere batasım gelmedi; sahiden diyorum. Bilincimize takılmış, fazlasını bilmemizi engelleyen prangalarla kısılıp kalmıştık o eve. O yokuşun sonunda ne olduğu konusu en büyük muamma olmuştu benim için.

Birileri bizi kesmiş olsa ya da biz birbirimizi kessek; hiç kimsenin ruhu duymazdı. Üstelik kapının dışındaki herkesler de pek fenaydı. Buzdolabının üstünden düşecektik ama babamıza bile güvenmeyecektik.

Bilebildiğimi sandığım şeylerin, karonun oluşmaya başlaması böyle olmuş olmalı. Şeylerin tam olarak bilinemeyeceği ve her şeyin göreceliği olduğu fikri de birinci sınıfta kendini sol görüşlü sanan faşist öğretmenim sayesinde olmuştur.

Böylece yavaş yavaş sarmal içerden dışarı doğru ilerliyor: Önce bilme yeteneğine sahip bilincim, sonra üstünde durduğu bir karo olarak bilebildiklerim.

Ya başkalarının karoları? Onlar daha sonra.

Bilmediklerim

Bir kaç gün ve gecedir farklı terkipler ile aklımda dönüp duruyor:

Bilmediklerim öyle çok ki. | Bildiklerim o kadar az ki.

Bazen, Uçsuz bucaksız uzay boşluğunun en karanlık köşesinde, boşlukta salındığımı hayal ediyorum: Hiç bir şeyin, zamanının bile olmadığı o boşlukta; üstünde durabileceğim bir kenarı elli santim kadar olan bir yer karosu olabilirse eğer, işte o karo bilebildiğimi sandığım şeylerdir.

Peki o karo hiç oldu mu? Hiç bu kadar sağlam bir zemine ayak basabilir mi insan? Bilmiyorum. Yine de, bana nerelisin deseler; olup olmadığına emin olamadığım o karoyu anlatırım onlara.

(Müzik: Waiting for the miracle - L. Cohen)

Kendisini kendi yaratmışcasına özgüvenle uzaklara bakanlara ve anlattıkları/inandıkları şey tamı tamına doğruymuşcasına bahsedenlere karşı şüpheciyim. İnsan nasıl bu kadar kesin olabilir ki?

Çok da uzun olmayan yaşantım bana bildiğimi sandığım gerçeklerin tümünün göreceli ve değişken olduğunu öğretti -ki bu bile değişebilir ve kıyametin kopmasıyla her şey tam bir kesinliğe kavuşabilir.

(Müzik: When your mind's made up - Glen Hansard)

Uzayın kendimi bile göremeyeceğim kadar karanlık bir köşesinde, varlığından emin olamadığım bir karonun üzerinde öylece dururken; ciddiye alabileceklerim ancak bildiklerim, deneyimlediklerim ve sonucunda hissettiklerim, sezgilerim ve kendim olabilirim.

İşte sarmal bu noktada başlıyor: Emin olmadığım bir zemini, ciddiye alınacaklar arasında sıralayarak inşa etmeye başlıyorum kendi gerçekliğimi. Böylece gerçeği bilmek için totemlere ve topaçlara ihtiyaç duyma süreci de başlıyor.