Gayrımemnun

Evvel zaman içinde bir zamanlarda haftasonlarında babamla birlikte araba yıkardık. Boyum da yaşım gibi kısa olduğundan genelde erişebildiğim yerdeki fasülyeden kısımlarla ilgilenir; gerektiğinde kova, fırça, kuru bez gibi malzemeleri oradan oraya taşırdım. Şoför koltuğuna oturup çeşitli hayaller içinde direksiyon ve gösterge kadranını temizler, tozunu alırdım.

Gayrımemnun oluşuma dair havsalamdaki ilk iz işte budur. Orada oturmuş aralara köşelere kaçmış tozları kovalarken kadranın ne kadar müsrif ve işlevsizce tasarlandığını düşünürdüm: Bak şimdi, şu devir saatini şu kenara alsan ve şu el freni lambasını şimdikinin yarısı kadar yapsan ne tatlı olacak değil mi? Bunu yapan mühendisler niye düşünmemişler bunu? Bir mektup yazsam, yeni modellerde düzeltirler kesin!

Tabii bu mektup fikrini kimseye açmadım. İyi de yapmışım. Aksi halde şimdi aile sohbetlerine meze olan tavuklu saatin yanına yeni bir konu çıkmış olurdu. Halbuki o saati de tamir edecektim, 'daha iyi' olacaktı. Ne kötülük var bunda?

Sonra, çok sonra bir akşamüstü işlek bir caddede yürüyor ve bir yandan da konuşuyorduk. Aniden bir vitrinin önünde durunca kafamı kaldırdım, normal şartlarda muhtemeldir ki dikkatimi çekmeyecek üç abiye elbise vardı karşımda. Soru şu: Bunlardan hangisini seçersin? Kendimi seçim yaparken buldum. Sağdakinin deseni abartılı, soldakinin kesimi çirkin, ortadaki belirgin bir şekilde fena değil. O halde ortadaki olmalı.

Karşımdaki gözler gülümsedi: İşte sen busun! Yani neyim? Sürekli fena yanları tespit ederek eleme metoduyla ilerliyordum. Üstüne üstlük fenalıklar da gerek kıymık mesabesinde, gerekse kazık mahiyetinde olsun gelip gözüme batmayı pek iyi beceriyordu. Hülasa, seçim yaparken sürekli surette ehven-i şerden yanaydım.

Bana daha ilginç gelense, o güne kadar bunu hiç farketmeyişimdi. Herkes gibi seçimler yapıp, beğendiğim alır gerisini bırakırım sanıyordum. Hakikat bambaşkaydı! Şimdiye kadar hiç bir şeyi beğenmemiştim. Mutlak bir kusur asmış, bir eksik tespit etmeyi başarmıştım. Ne de olsa insan tarafından icra edilen her şey eksik değil miydi? İşte o eksikleri bulan da bendim anlaşılan.

Ve fakat, farketmemiştim bile bunu. Yapılanı eksik bulsam da, azamî istifadem ne olabilir1 diyerek elimde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim2 sorusunu soruyordum. Eksikleri bir lahzada bulmak, kendi başına hiç bir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar ki?3

Evet, hiç bir şeyi beğenmeyen adamın içinden yarar ve faydayı gözeten bir başkası çıkıyordu. Sırf bu bile pragmatist bir yaklaşım değil miydi? Madem ki kendimin bu hali faydasız tenkitlerden öte gitmiyor o halde daha az kötü olanı 'iyi' addetmeli, bununla yetinmeliydim. Peki ama kendimin 'yarar' yanını seçen yanım kimdi ve içimde nerede yaşıyordu acaba?

İşin bir başka boyutu da diğer insanlarla tesis ettiğim ilişkilerde ortaya çıktı. Onları da merak ediyor, bir otomobil kadranındaki gibi net olmasa da eksiklik ve arızaları 'seziyordum'. İnsanın çok boyutlu ve anlaşılması güç halleri sebebiyle sadece sezgisel bir biliş olmaktan öte gidemiyordu bu hal.

Bu bulanıklık hiç de geri durmayan meraklı yanlarımı kamçıladı. Kimi zaman, "bu nasıl olabilir ki" derken, bazen de "böyle olmamalı, aslında şöyle olmalı" şeklinde kınıyordum hiç tanımadığım insanları ya da yakınlarımı. Sokakta, evde, işte, okulda ve olabilecek her tür sosyal çevrede insanların halka açık sunduğu tüm verileri inceliyor ve hükümlere varıyordum. Bir de yanlış/eksik yapılan şeylere müdahale etmesem çok daha iyi olacaktı.

Ölçülü davrandığımdan mı yoksa neyi kime söyleyeceğimi de farketmeden iyi seçtiğim için mi bilmiyorum çok şükür ki bu çıkıntı halim yüzünden dayak yemeden yaşamayı başardım belli bir yere kadar. Lakin hiç bir şey göründüğü kadar değildi. Öyle bir yere vardım ki sanki tahsilat vakti gelmiş gibi merak ettiğim yahut kınadığım her tür insani hali yaşıyordum bir şekilde. O güç durumda aslında şöyle yapmalı dediğim her güç durum gelip karşıma dikiliyordu. Haydi o dediğin gibi yap öyleyse!

Kazın ayağı göründüğü gibi değildi ve kendi bağlamı içinde her şey pek güçtü. Bekara karı boşamak kolay diye buna demişlerdir herhalde. Zaman ve mekan uygun şekilde kesişip, içinde de doğru insanlar bulunduğunda burnunun ucunda sivri bir bıçak buluvermek an meselesiydi. Her şey ama her şey mümkün olabilir ve bu sadece bir kaç nabız vuruşu uzaklıktadır insana. Beş dakka ne ki, anda değişir bütün işler.

Ve böylece, kimseyi kınamak düşmez bize demeyi öğrendim sevgili okur. Herkes gibi eksik-yüksek benim de doğrularım yahut doğru bildiklerim var evet. Buna uymayanı nasıl kınayabilirim ki? Kendi bulunduğu gerçeklik içinde ona doğru gelen bu olmalı. Geçmişten gelen yükler, geleceğe dair tasavvurlar arasında tam şimdi yapabildiği şey bu olmalı. Zaten daha iyisini yapabiliyor olsaydı ya da yapabileceğine inansaydı öyle yapardı. O halde gencecik yaşına rağmen dilenen şu kadını da, ceplerden cüzdan çeken şu delikanlıyı da kınamak düşmez bana. Kimseyi kınamak düşmez. En çok yapabileceğim kendi hesabıma ders çıkarmaktır, ötesi nafile uğraş.

1, 2, 3 - Saatleri Ayarlama Enstitüsü, A.H.Tanpınar, Dergah Yayınları.

1 Lakırdı:

blissfully.ignorant dedi ki...

Gayrı memnunluğunuzdan hoşnut olduğunuza, kötü bir huy gibi görünürken, aslında sizin içten içe sevdiğiniz bir huyunuz olduğuna kanaat getirdim Enes bey. Doğru mu acaba? ;)