Etmem Şikayet

[ Müzik: Melihat Gülses - Kimseye Etmem Şikayet ]

Uyku

Üstünde durduğum zemini daha geçen anlatmıştım, tekrara lüzum yok.

İşte zeminim sarsılınca da hiç iyi uyuyamıyorum.

Aslında

İyi biriyim.

Tüm noksanlarıma ve hatalarıma rağmen.

Karanlıkta

sarmalSarmal içten dışa doğru ilerler. Tabî olan budur sanıyorum.

Düşünürken, sarmal çizmeyi severim. Sırf keyif için de yapabilirim bunu. Fakat şimdiye dek dıştan başlayınca düzgün sonlandırabildiğim bir sarmala rastlamadım. Solaklardan şüpheleniyorum, belki onlar yapabilirler.

Karonun varlığından emin değilsem de, bir karo var evet. Dün bir restorandan aldım. Uzayın karanlık bir köşesinde üzerinde durduğum karonun varlığından ise hep şüpheliyim. Yine de tekrar düşününce, kendime diyorum ki: bu kadar şüpheci olmak iyi değil. Bir restorandan karo temin edebiliyorsan; uzayın bir köşesinde niye olmasın ki?

Emin olduğum bir şey varsa; o da kendimin varolmasıdır.

Karo, bilebildiğimi sandığım şeylerdir.

Bu halde, bilmek için evvela bilecek bir özne olmak icab ediyor. Karanlığın içinde bilmeye başlayan, varolan bir şey; bilinç, bilincim. Altını ya da üstünü bilmiyorum, şu an için sadece bilebilen bir varlıktan bahsediyorum. Kendisi dışındaki şeyleri ve kendisini bilebilen bir varlık. Yokluğun, hiç bir şeyin olmadığı karanlık yerde artık birden vâr olmaya başlayan.

Çok iyi hatırlamasam da bazen dört yahut beş yaşımdaki zamanları düşünüyorum. Evet, şimdi çocukluğa iniyoruz evet; bazen çok özlüyorum insan gücüyle dönen o salıncağı.O yaşlarda dünya çok büyük, bense çok küçüktüm. Sokağımızdan ötesini bilemiyordum.

Sabahları çekirdek aile kahvaltısı yapardık, sonra babam hazırlanıp işe giderdi. O sıralarda niyeyse ortalıkta dolanırdım; babam kocaman gelirdi bana aşağıdan bakınca. Bacak kadar bile değildim. Sanki bir kuyudan yukarı bakarmış gibi hissederdim –ki bu hissi hala net bir şekilde hatırlıyorum. Evden çıkmadan olsa olsa bir gazoz alacak kadar bir harçlık kapardım. Kuyudan dışarı uzanır gibi yukarı uzatırdım kolumu ve avucumun içinde metal paranın soğukluğunu hissederdim.

Toru Okada’nın kuyusuna benzeyen bu kuyu ve karanlık, bilincim ile ilgili ilk hatırlayabildiğim şeylerden biridir. Sonra yavaş yavaş bilmeye başladım: Kapıcının ekmek getirdiğini, yemeğin ocakta piştiğini ve aslında dünyada ziyadesiyle yalnız olunduğunu.

Yok yahu klişelere batasım gelmedi; sahiden diyorum. Bilincimize takılmış, fazlasını bilmemizi engelleyen prangalarla kısılıp kalmıştık o eve. O yokuşun sonunda ne olduğu konusu en büyük muamma olmuştu benim için.

Birileri bizi kesmiş olsa ya da biz birbirimizi kessek; hiç kimsenin ruhu duymazdı. Üstelik kapının dışındaki herkesler de pek fenaydı. Buzdolabının üstünden düşecektik ama babamıza bile güvenmeyecektik.

Bilebildiğimi sandığım şeylerin, karonun oluşmaya başlaması böyle olmuş olmalı. Şeylerin tam olarak bilinemeyeceği ve her şeyin göreceliği olduğu fikri de birinci sınıfta kendini sol görüşlü sanan faşist öğretmenim sayesinde olmuştur.

Böylece yavaş yavaş sarmal içerden dışarı doğru ilerliyor: Önce bilme yeteneğine sahip bilincim, sonra üstünde durduğu bir karo olarak bilebildiklerim.

Ya başkalarının karoları? Onlar daha sonra.

Bilmediklerim

Bir kaç gün ve gecedir farklı terkipler ile aklımda dönüp duruyor:

Bilmediklerim öyle çok ki. | Bildiklerim o kadar az ki.

Bazen, Uçsuz bucaksız uzay boşluğunun en karanlık köşesinde, boşlukta salındığımı hayal ediyorum: Hiç bir şeyin, zamanının bile olmadığı o boşlukta; üstünde durabileceğim bir kenarı elli santim kadar olan bir yer karosu olabilirse eğer, işte o karo bilebildiğimi sandığım şeylerdir.

Peki o karo hiç oldu mu? Hiç bu kadar sağlam bir zemine ayak basabilir mi insan? Bilmiyorum. Yine de, bana nerelisin deseler; olup olmadığına emin olamadığım o karoyu anlatırım onlara.

(Müzik: Waiting for the miracle - L. Cohen)

Kendisini kendi yaratmışcasına özgüvenle uzaklara bakanlara ve anlattıkları/inandıkları şey tamı tamına doğruymuşcasına bahsedenlere karşı şüpheciyim. İnsan nasıl bu kadar kesin olabilir ki?

Çok da uzun olmayan yaşantım bana bildiğimi sandığım gerçeklerin tümünün göreceli ve değişken olduğunu öğretti -ki bu bile değişebilir ve kıyametin kopmasıyla her şey tam bir kesinliğe kavuşabilir.

(Müzik: When your mind's made up - Glen Hansard)

Uzayın kendimi bile göremeyeceğim kadar karanlık bir köşesinde, varlığından emin olamadığım bir karonun üzerinde öylece dururken; ciddiye alabileceklerim ancak bildiklerim, deneyimlediklerim ve sonucunda hissettiklerim, sezgilerim ve kendim olabilirim.

İşte sarmal bu noktada başlıyor: Emin olmadığım bir zemini, ciddiye alınacaklar arasında sıralayarak inşa etmeye başlıyorum kendi gerçekliğimi. Böylece gerçeği bilmek için totemlere ve topaçlara ihtiyaç duyma süreci de başlıyor.

Ara

Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.

Morfik

Bilim adamları, İsviçreli olmasalar da eski, çok eski zamanlardaki insanları metamorfik düşünmekle itham ediyorlar. Bu kafa yapısı, Descartes'ci kartezyen/parçalayıcı düşünce yapısının karşısında bütüncü bir yaklaşım sergiliyor. Spinoza kardeşime selam ederim.

Hayır, hayır; böyle anlatmayacaktım. Toparlan, baştan başlıyoruz.

İnsanlar, arabalar, bulutlar, dalgalar ve gemiler. Hepsi akıp gidiyorlar altımdan, üstümden ve yanımdan. Konuşmalar, sesler, sinyaller, inisiyaller. Herşey ve hepsi birbirine bağlı. Onları bağlayan ilmeklerden biri de benim. Neticede şu yaşanan gerçekliğin inşasında yer tutanlardan biriyim. Az ya da çok. Dünyayı değil ama dünyanızı değiştiriyorum bu metin okunurken.

Filmler, kitaplar, şiirler, gülümsemeler, çatık kaşlar, gözlerde pırıltılar, kararsız eller, kararlı ayaklar... Bunlar da dahil etrafımda akıp duran tüm diğer toz ve ışık bulutuna. Durduğumu sandığım ve neresi olduğunu bilmediğim bu yerde, bütün olup biteni yeterince eksiksiz ve doğru bir şekilde ifade etmenin bir yolu olup olmadığını bilmiyorum. Ve bilmem kaçıncı farklı cümleyle bilmeyişimi yeniden ortaya koyarken garip hissediyorum neticede.

Lokum kıvamında, belki biraz daha yumuşak, sıcak bir kazanda ikamet eden bir sıvı geliyor aklıma. Kendi kendine yoğrulup, kaynıyor. Bir takım belirsiz şekiller alıyor ve fakat bu durumunu uzun süre koruyamıyor. Eser miktarda koparılıp şekillendirilemiyor.

Herhangi bir mecrada bana anlatılan şeyleri bu yüzden belirleyici bir şekilde anlayamıyorum. Kitaplarda cümlelerin altını çizemiyor, bir filmin beğendiğim noktalarını söyleyemiyor ve ritimleri düm-tek dizgesinde öğrenemiyorum. Tüm bu şeylerin bilişsel uzuvlarımdaki karşılıkları ışıklı toz bulutları şeklinde oluyor. İçeriğin keyfiyetine göre karanlık, göze kaçan ya da mest eden farklı hallerde tezahür edebiliyor bu bulut.

Doğrusu bunda bir yanlışlık da görmüyorum. Parçalayıcı ve ayrıştırıcı düşünce tarzının benim ulaşmayı umduğum nihai noktaya varmadığı kanaatindeyim. Yanlış olan ya da beceremediğim kısım, deneyimleyip duyumsadığım şeyleri aktaramıyor olmam. Sadece özel şartlar altında, güvenli bir ilişki tesis edildiğinde ancak yarım yamalak bir aktarım mümkün olabiliyor.

İşte bu metinse, ifade etme çabasına girmedikçe daha bir şekilsizleşen bulutları dizginlemek adına ortaya çıktı.

-Devam edecek-

Birleşik

Beynimin tüm hücreleri ve ruhumun tüm zerreleri! Birleşin, ayrık ve aylak olmanın hiç zamanı değil. Yoksa unufak olacağız, hiç mi umrunuzda değil?

Kesinlik vs. Hakikat

Kesinlikle hakikat kazanır.

Mapping Failure

Bu akşam isim - şahıs eşleşmelerim karışmış ya da bir sıra kaymış olmalı. Herkese bir diğerinin ismiyle seslendim. Garip.

Kayıp

Demiştim, zaman yoktur. Zaman sadece rüyaları ölçer. Dışa bakanlar rüya görür, içe bakanlar uyanır1 ve fakat rüyalarsa sadece hatırla(n)mak için.2 Hatırladığımız şeylere de bir öncelik sonralık atfederek bir zaman algısı oluştururuz. Yine de üzerinde konuşulamayan hakkında susmalı.3

Bütün paydaşlar, bir merkezin etrafında dönüp dururlar. Gezegenlerin güneşin etrafında dönmeleri gibi. Ne yaklaşabilirler, ne de uzaklaşabilirler. Bir ışık görürler, o ışıkla yakınlıkları nisbetince aydınlanır, hayat bulurlar.

Hiç kimse ışığın (güneşin) mahiyetini bilemez, bilense ordan geri gelemez. Belki bazıları biraz daha parlaktır: Ay gibi. Işığı kendinden değilse de ışıyıp durur penceremin karşısında.

Güneşin içinde kaybolanlar; bizim bilmediğimiz o yerde hep birlikte bizi beklerler. Onları bekletiyoruz,çünkü biz de vaktimizi doldurmalıyız.

Bunu bana anlatmak için koca bir ekip 6 sene boyunca çalışıp çabaladığınız teşekkür ederim.

Benjamin'in dediği gibi: We're all convinced sooner or later.

-

1:Jung, 2:Murakami, 3:Wittgenstein

Paydaş

Sevgili Wittgenstein, kıymetli Kierkegaard ve Jung ve hatta sıfatsız Freud; şu benim hayat sürdüğüm zamanlarda sizlerden birer peygamber gibi ceket iliklenerek bahsediliyor. Ortaya koyduğunuz fikirlerse, koşulsuzca ve sorgusuzca sarsılmaz temel taşı niyetine kullanılıyor. Başka memleketleri bilmem ama burda, akademi bile tam anlattığım gibi. Sanıyorum böyle olsun istemezdiniz.

Benim için lise arkadaşlarımdan farklı değilsiniz. Hepsi de akıllı ve kıymetli dostlar, iyi çocuklar. Hatta geçen birisini uzaklara uğurlamak için toplandık, gece yarısına kadar sohbet ettik. Siz de gelseniz güzel olurdu.

Sizleri paydaşım olarak görmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ne dersin Freudcan; bu benim şişik ve dahi psişik egomdan mı kaynaklanıyor? Üstelik paydaş derken, neyi paylaşıyoruz onu da kestiremedim şimdi. Bi'ara geldiğinizde konuşalım bu meseleyi.

Görüşürüz.

Kan Kardeş

Şimdi adını bile hatırlamadığım bir çocuk hikayesinde ellerini kesip kan kardeşi oluyorlardı. Sonra aradan yıllar geçip de biri hayata gözlerini yumunca, öbürü müteveffanın ailesinin geçimini de üstleniyordu. Doğrusu ya her kişinin işi değildi kan kardeşlik. Acaba bu bir Ömer Seyfettin eseri miydi? Sanmam, o kadar da travmatik değil.

Biz büyüdük ve kirlendi dünya sözü mucibince sonraları kankalık müessesesine dönüştü bu kan kardeşi olma işi. Biraz da yılışık bir hal aldı. Benzeri bir başka yılışma şekli "ortağım" da yöresel ağızda hayat bulur.  (ortaaam diye okunur. A harfinde bir miktar incelme de mevcuttur.)

Yok hayır, bu yılışıklığa o kadar da takmış değilim. Beyler ve hanımlar için efendilik namazı kılınmış, duası okunmuş, artık unutulmuş bir kavram.

İtirazım, yakın arkadaş olma hallerine. Bazen iki kişi arasında, bazen de bir komün halinde "yakın" olma haline en üst perdeden itiraz ediyorum. Bir yere kadar Ece Temelkuran'ı dinlemekte fayda var: Kimse kimsede o kadar yol alamaz.

En başta şu var; yakın arkadaş ya da arkadaş grupları insanı kendi olmaktan ve kendi bağımsız bireysel kimliğini inşa etmekten alıkoyarlar. Bir başkasının özgürlüğünü ve özgünlüğünü kısıtlamayacak mesefade duranlarsa, zaten yakın arkadaş—kanka- olmazlar.

Bu yakınlık en başta mahremiyeti öldürür. Ayrısı-gayrısı olmamak müthiş bir konfor yanılsaması sunar insana. Sırların ve beyaz yalanların olmadığı, tümüyle ve bütünüyle güvenilir bir dünya! Sanki cennetten bir parça! Belki de bu yüzden hiç anlayamadım ve iğrenerek baktım düğün ertesi erkek dedikodularına. "Dizleri titrememiş mi?"

Bu yakınlıkta ve her şeyin bilinmesi halinde kişi kendine özel bir alanı nasıl inşa edebilir ki? Hayır bu herkes kır evine kapanıp, birer keşiş olsun temennisi değil. Kalabalık bir otobüste, biraz nefes alacak bir boşluk arayışı. Sırf bu yüzden metrobüsten uzak duruyorum sevgili okur.

--o--

Bir şeyler eksik. Tüm yakınlıklar da eksiği tamamlamak için tesis edilen birer yanılsama, her biri susadıkça içilen bir başka deniz.

Halbuki insanın tam içinde var bir tatlı su çeşmesi; içi, içinin içinde. Ama o kadar derinde ki, kendi başına dalıp da içemez suyu, içemedikçe dinmez yangını.İşte eksiği tamamlamanın yolu burada sanki. Önce çeşmeyi bul, sonra suyun kaynağına ulaş.

O halde tek ihtiyacım olan, bir yol arkadaşı mı?

Dokuma Tezgahı

Bir dokuma tezgahı olarak benlik [algısı] ve zaman: Evvelce 'zaman yoktur' demiştim.

Zaman aslında yok. Tam olarak kavrayamadığımız şeylere nicelik atfetme çabamızın bir sonucu. Herhangi bir referans noktası olmadan kendi varlığını kavrayamayan benliğimizin kendisi için oluşturduğu bir mihenk taşı. Güneş sayesinde hayatımızı eşit parçalara bölen bir algı ürünü. Nasıl ki boyumuzu ölçüp kaç santimetre olduğumuzu bilmeden önce de yaşayabiliyorduysak, zamanı tam olarak ölçebilmeden önceden de yaşayabiliyorduk pekâlâ. Üstelik tam olarak ölçebiliyor muyuz bu kısmı da tam bir muamma. Elektriğin bulunmadığı yıllarca güneşin hayatımızda bulunuşuna göre karar vermişiz. Saatleri ayarlama enstitusu bunun için ortaya çıkmış. Bir şekilde sürekli aydınlık veya sürekli karanlık bir dünyada yaşıyor olsaydık, nasıl gelişecekti insan ırkının zaman algısı? Hepimizi delirecek miydik hapishane hücrsinde gecesi gündüzü birbirine giren kader mahkumları gibi? Şu yüzyılda oturup atom saatini yapmamış olsaydık ne olurdu hal-i pür melalimiz?

Zaman, ucunu bucağını bilmediğimiz evrende kısıtlı bulunuş süremizi ölçmek için kullandığımız bir cetvel sadece. Sadece üzerinde yaşadığımız dünyanın bile kaç yaşında olduğunu bilemiyoruz. Kilisenin ortaçağ tarihinde bir kaç yüzyıl çaldığı/eklediği bile tartışılıyor. Böylesi bir belirsizlik düzleminde çevredeki sabit duran nesneleri referans alarak kendimizi tanımlıyoruz. Falan yerde, filan tarihte doğan kişiyim ben, boyum şu kadar, enim bu kadar. Bu musun sahiden? Kendimizi bilmek ve bildirmek için sahiden zamana ihtiyacımız var mı? Ya da zaman sahiden var mı?

O vakit başka bir ülkede yaşar, başka bir isimle anılırdım. Özetle; zaman yoktur, yaşantı vardır. Tiktaklar ve saatler yalnızca titreşimler olduğuna göre, tıpkı ortada hiç bir şey yokken bir cetvelin tümüyle işlevsiz olması gibi yaşayan hiç kimse yoksa, zamanın da kendi başına bir varlığı olmayacaktır.

Kocaman bir boşluğun içinde 127 santimlik başka bir boşluğu ölçmek neye yarar ki? Yaşayan hiç kimsenin olmadığı yerde, zaman neyi ölçecek ki? Burada yaşamı ölümün karşıtı olarak düşünürsek, zaman yalnızca ölümlüler için geçerli bir kavram olur. Bunu sonra tekrar düşüneyim.

O halde yaşayan öznelerin zamanı vardır ve fakat bu zamanı quartz titreşimleriyle ölçmek ne kadar rasyonel onu bilemem.

Yaşayan her bir özne kendi zamanına sahipse, bir ip gibi uzanıp gidiyorsa boşluğun içinde, bir serencam oluşturuyorsa kendi halinde; işte bu iplerin [zamanların] kesişip üst üste binmesinden de bir kumaş çıkar ortaya. Her an dokunmaya devam edilen, her dem yeniden yaratılan.

Hepsini bir araya toplayınca, dünya üzerindeki yaşam faaliyeti, yaşayan benliklerin birbirine geçmesiyle oluşan/dokunan bir kumaştır diyorum. Bu benliklerin seçimleri, sıçramaları;  kumaşın balık sırtı gibi desenler almasına, büzgüler oluşmasına sebep olabiliyor yer yer. Üstelik bu, henüz yazılmamış ve yazılmakta olan bir kader algısıyla da örtüşüyor.

Yine de; ben yoksam ve o benlikler hep vehm-ü gümanımsa, bu kumaş gerçekte nasıl bir mahiyettedir ki?

Yoksa Jacob'ın dokuduğu kumaş mı?

Sükûnet, incelikler ve tevarüs etmeyen asalet

Başta sükunet konuya dahil değildi. Birden belki de bu konular hakkında konuşmaya haddim olmadığını düşünmeye başlayınca, sırada gelenin sükunet olduğunu farkettim.

Sessizliğim uzun süredir insanların dikkatini çekiyor, bu yeni değil. Terapistimse, hiddetli ve/veya şiddetli olup olmadığımı merak ediyor. Bazen terapideki ilişkinin mahremiyetini hatırlatıyor. Bunu zihinsel süreçlerimi kafesleyip farklı kaynaklarla beslenmekten alıkoyma girişimi olarak algılıyorum. Sakince uzaklaşıyorum.

En iyi bildiğim işlerden biri sakince uzaklaşmak. Bunu yapamadığım istisnai hallerse kangrene dönüşüp acı veriyor nihayetinde. Doğrusu ben de istemezdim yok sayarcasına uzaklaşmayı. Keşke biraz daha açık olsaydı kulaklarınız.

İşte kulakları biraz daha açık olup, incelikli sesleri duyabilenler tevarüs etmemiş bir asalet sahibidirler. Bu farklı hassasiyet, miras yoluyla edinilmeyen ve fakat nasıl edinildiğini de bilmediğim bir haslet. Bununla bittiğini sanıyorsanız yanıldınız bayım. Meselenin mihenk taşı aynı perdeden mukabele edebilecek cesaret ve zarafete sahip olmakta. Evet, aynı anda cesur ve zarif olmaktan bahsediyorum.

Henüz çözemediğim ve aklımı kurcalayan bir konu var: Yeterince ince[likli] olmadığı halde öyle olduğuna ölesiye iman eden bir muhatap karşısında ne yapmalı? Üstelik ve dahi böyle düşündüğüm için kendimi kınamadan edemiyorum. Hangi cür'etle böyle bir muameletin çetelesini tutup, hesabını yapabiliyorum ki? Bu haldeki incelikli davranış ancak ve ancak sükunet içinde karşılamak olmaz mıydı a canım? İyi ama bu ölesiye kendine mian karşısında hiç mi bir şey yapılmayacak? Otur kıçının üstüne, ne halin varsa gör mü olacak tavır?

Belki de diyorum; sessizce uzaklaşma süreci tam bu noktada devreye giriyor ve her şeyi gürültüsüzce yoluna koyuyordur. Tam bu arada eksik bir şey mi var?

[müzik girer
— yani okuyucu tıkayıp fizy'den dinler: ezginin günlüğü - eksik bir şey mi var]

İncelikler mühim. Bazen sancılara, bazen de sanrılara yol açsa da. Henüz kainatın kitabını yazan ellerde kalem değilsem de işlenebilir bir kereste olduğum için müteşekkirim özüme can veren toprağa. Göğe uzanan dalların ucundaki filizler için olduğu kadar, sancı ve sanrılar için de teşekkür ederim. Bundan sonrasını sana bırakıyorum. Zaten bir ağaç ne kadar titrese de nasıl kaçabilir ki baltadan, beyhude çabalar ormanında.

Delikli Rüya ve Defter

Rüya imalatçısı, defterimin yakınımda olmayışını mı fırsat bildi ya da bu bir ikaz mı? Korkutucu rüyalar vardı sabaha karşı menümüzde. Üst-ön dişime matkapla delik açıyordu birileri ve dişin ortasındaki boşlukta oluşan hava akımını hissediyordum ağzımın içinde. Bununla da kalmayıp, sağ elimin baş ve işaret parmaklarına çivi çakıyorlardı. Kimsiniz siz diyemedim bir türlü. Aklıma beni İsa'ya benzeten adam geldi. Unutalı çok olmuştu halbuki.

Şeyh-ül muharirîn tavsiyesi dinleyip, defteri kalemi yakınımda bulundurmalıyım anlaşılan.

Fünikuler

Fünikuler için karmaşık diyenler oluyor, bozuluyorum. Devasa çarkının üstünde çiçekler ve hoş desenler olan bir mekanizma ne kadar karmaşık olabilir ki?

Bütün olan biten şu aslında: Bu çark aşkla dönüp durur sabahtan akşama, akşamdan sabaha. Tıpkı yer kürenin yaptığı gibi.