Yazılı Sanat vs. Yazısız Sanat

Sanat kimin için dediğimde yazı ile yazısız olanı ayırmak lazım savı ortaya atıldı. Haklılık payı var mı diye düşünmedim değil, uzun uzun düşündüm. Neticede sanat yapmayı ve yazı yazmayı ayırmak ancak kuşlar ile uçmak kavramını ayrı ayrı ele almak gibi olur kanaatine vardım. Bütün olan biten insanın içindeki dışarı çıkarma çabası olduğuna göre, yazı ve sanat niçin, nasıl ayrı olsunlar ki?

Yazı ve diğer sanat dallarının ayrılabileceği tek husus aktarım mecrasındaki radikal farklılık olabilir. Resim boyalarla, müzik notalarla yapılırken yazı üzerinde anlaşma sağlanmış kelimeler öbeği olarak ortaya çıkıyor. Kelimeler ki kavramların harf kombinasyonlarıyla ifade edilmesi ve o harflere uygun seslerle dillendirilmesi...

Halbuki eskiz defterine bakan ressam, hiç bir toplumsal uzlaşıya taraf olmadan özgürce içindekileri ortaya dökebilir. Piyanosu başında oturanın hüznünü ya da coşkusunu keyfince seslere büründürebilir. Buna mukabil, duygusunu bir diğerine, bir başka insana, bir beden içinde sırlanmış bir başka ruha iletebilir mi bu şekilde? Acaba üzerinde anlaşılmış semboller daha mı işlevsel?

Yazı ya da sanatın bizim için ayna olup olamayacağına dönersek; insanın kendisini görmesi için ortaklaşa kullanılan sembollere mi ihtiyacı var, yoksa olduğu gibi aksetmeye mi?

Peki yaklaşık ikibuçuk saattir akmayan bu yazıyı hareketlendiren Sigur Rós'a ne demeli? İçimdekiyle örtüşen ya da birbirini tamamlayan nasıl bir şey var bu müzikte? Algı yollarım ve düşünce akışlarımı nasıl etkiliyor?

Onlar kenarda dursun, sanata ve yazıya bakalım. Desin Hanım demişler ki:

başka/dış şeyler hakkında ortaya koyduğumuz fikirler bizim kim olduğumuzu mu anlatır? (misal bir resim, bir beste, türü roman olan bir edebiyat eseri)

sorunun muhatabı, yani tatbik alanı "sanat"tır (barındırdığı her türlü dalla birlikte).

Aslında "başka/dış şeyler" yoktur. Hepsi içimizdedir. Dışımızdakiler de içimizdedir ve dışardakiler içimizdekilerdir. Bir resmin, bir bestenin varlığı kişi için kendi içinde oluşan akis kadardır. Sanatçı kendi içinin aksini aktarmak isterken, muhatabı ancak kendi içine düşen ışık kadarını alabilir. İç'e ışık düşmesi içinse uygun açıda bir aralık icap eder. Misal, yukarılarda icra edilen bir sanatın ışığı olan güneşe sabahları doğu cephesindeki pencereden ulaşabiliriz. Eğer ki, evimizin doğuya cephesi yoksa, ışık odamıza, hayatımıza, varoluşumuza düşsün diye uygun vakti bekleriz.

Bu halde; mevzu bahis eser hakkında ortaya koyduğumuz mülahazalar ortaya saçılan ışıktan ne derece pay alabildiğimizi net bir şekilde anlatır. Düşünelim ki, bir adam çıksın desin ki, bu güneş de hep öğle vakti doğuyor. Böylece adamın kendi bulunduğu yer ve eser (güneş) hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğunu hemence biliriz.

Yine de dışarda bir şey yoktur: Dışarıda olan öyle dışarıdadır ki hiç bir zaman yansız bir bilgiye sahip olamayız. Eser güneşse, hiç kimse ona ulaşamamış, mahiyetini bilememiştir. Sadece ulaşan ışığı kadarı hakkında hüküm bildirebilmiştir. Hidrojen ve bir takım başka elementlerden oluştuğu varsayılsa da, henüz hiç kimse böyle bir eser vücuda getirmemiştir. Lambalar, farlar yapılmışsa da, kimse Klimt'in Hayat Ağacı'nı yapamamıştır.

Ve Desin Hanım "başka/dış şeyler"le kalmayıp artırmış:

bizden/iç şeyler hakkındaki fikirlerimiz, içimizdekini yansıtmakta sahiden yetersiz kalır mı?

(bu) sorunun muhatabı ise "yazı"dır.

Dış şeyleri hiç bilemediğimize göre, iç şeylere göz atalım! Uzun zamandır sandığıma göre insanın tek bilebileceği şey içidir. Sanmakla yetinmemin sebebiyse, onu da tam olarak bilemeyeceğimize yönelik endişemdir. Tam olarak bilseydik, dünyanın çeşitli yerlerindeki çeşitli isimlerdeki mistikler niçün aradıkları şeyi 'iç'erde arayıp da buluyorlar? Demem o ki, aslında içimiz de başlangıçta bize bir bilinmeyen olarak verilir ve ancak, uğraş vererek, üstünde çalışarak kendimizi, iç hallerimizi öğrenebiliriz.

Yine de bu konuda eksiksiz bir bilgiye ulaşılabileceğini de sanmıyorum. Kendim dediğim, dediğimiz şey bu öğrenme sırasında sürekli değiştiği ve başka bir şeye doğru evrildiği için öğrenme işi de mütemadiyen devam edecektir.

Bu mesele üzerine yazmaya devam edeceğim gibi...

Ente-l Memnun

Bir sohbet sırasında Ali Bulaç Beyefendinin bir beyanatı aktarıldı, şöyle demiş:

Entelektüel (kişi) çözüm bulmak durumunda değildir, eksikleri tespit edip eleştirme makamındadır.

Bu cümle uzun zamandır düşündüğüm bir vaziyetin ete kemiğe bürünmüş halidir. Velev ki Ali Bey böyle dememiş olsun ya da konuşma örgüsü içinde başka bir zaviyeden bakış atmış olsun. Kendisi takip ettiğim yazarlardan olmadığından kelli yukarda zikredilen beyanında anahtar kelimeleri aratarak benzeri başka ifadeleri var mı diye baktıysam da elle tutulur bir bilgiye ulaşamadım. Fakat bu engel değildir; niyetim eşhas üzere bir bahis değil de fikrin kendisi üzerine düşünceleri dizmektir. Gayrısı affedilir umut ediyorum.

Müşahede ettiğim kadarıyla mürekkep yalayıp belli bir farkındalık geliştirmiş insan oğulları ve kızlarının sayısı gün be gün artmaktadır. Bunu çeşitli mecralarda yüksek sesle dile getirilen kimi rahatsızlıklardan tespit etmek ziyadesiyle mümkündür. İnsanlar çevrelerine bakıyor ve aksaklıkları ya da zevksizlikleri farkederek şikayetlerini dile getiriyorlar.

Bu karşı çıkma, yanlış olduğu düşünülene itiraz etme refleksi oldukça hoş geliyor. Etrafta olanlara duyarlı olmayı hayatı yaşama keyfiyetinde bir iyileşme olarak addediyorum. Aynı emekle daha iyisi yapılabilir çıkışını seviyorum. Devletlümüz en iyisini bilir yerine ortak aklı ortaya koymak, demokrasi denen naneyi benimsemek daha iyi değil mi sahiden?

Evet, bu minvalde düşününce gayrımemnun olmak sadece içten içe değil, açıkça beğendiğim bir hal. Özellikle gençlerin bu nev'iden bir takım sorgulamalar içinde olmaları, kurulu düzene muhalif fikirlerinde ısrar etmeleri doğrusu gurur verici. Yukardaki sözlerine bakılırsa Ali Bey de böyle düşünüyor olmalı.

İşte burada durunuz! Gayrımemnun farkındalık sık rastlanır bir kıymet olmasa da tek başına hiç bir şeye yetmez kanaatimce. Bir çözüm önermedikten sonra bir eksiklik ya da nahoşluk tespit etmek neye yarar ki?

Bu yazının başındaki sohbette denildiği gibi: Çözüm önermedikten sonra eleştirmek çok kolay. O halde kahve milletinin her bir üyesi entelektüel namzeti olmaz mı? Üstelik insan tarafından icra edilen her şey eksik ve bir sisteme eklenen herhangi bir şey tüm sistemi başka bir şey yaparken.

Ne olacaktı ya? Ya da ne olsun?

Gerçeklik

Aklımda yazacak bir çok konular vardı ki araya biz ölümlüler için en mutlak gerçek araya giriverdi: Ölüm.

Bir gece tam da arabaların balkabağına döndüğü saatte telefonum çaldı. Daha çalarken, bu saatte telefonlar ancak acı acı çalar diye düşündüm. Karşıdaki ses liseden ortak arkadaşımızın vefatını haber verdi. Yatakhane savaşlarının amansız neferlerinden biri kansere yenik düşmüştü. Dün öğle saatlerinde sakince defnettik.

Ölüm ve ertesinde cenaze merasimi bir çok düşüncenin serbest bir şekilde dolaşımına imkan veriyor. Mevzu bahis kişinin artık olmadığı, telefonun öbür ucunda bir yerlerde olmayacağı düşüncesi ilginç değil mi? Çok sık görüşmezdik evet ama orada bir yerlerdeydi işte. Bu noktadan sonraysa yok.

Her nasılsa bu çok acı vermiyor. Yaşıtım kuzenim vefat etmişti, en çok üzüldüğüm şey doya doya yaşayamamış olmasıydı. Kaybetmiş olmaktan ötürü tabii ki üzülüyorum ama kocaman, iflah olmaz acılar taşımıyorum.

İşte bu bana garip geliyor. Duygusuz muyum? Ya da sevgisiz? Sanıyorum değilim.

Düşününce, pragmatik bir çözümleme içinde buluyorum kendimi: Ortada değiştiremediğin bir durum varsa, bunu kabul et ve devam et. Park et-devam et gibi yani. Başka ne yapabilirsin? Acıyı ve kederi mütemadiyen içinde taşımak müteveffanın daha iyi hissetmesini sağlar mı? Her nerde bulunuyorsa, orada daha mutlu olmasını sağlar mı? Kendimi mezarın içine koyuyorum; insanların toprak atarlarken ve sonra bir çınar yahut servi ekerken hayırla, güzellikle yâd etsinler isterim.

Yazıp-düşünürken bir çok sahneler geçiyor gözümün önünden; tüm sevdiklerimi topluca defnederken buluyorum kendimi. Gözümün pınarları hareketlenecek gibi oluyor, metîn olun diyorum. Kendimi koyuyorum yine, güle güle desinler isterim sanki.

Böyle kendimin ölüme hazırlıklı olduğunu düşünürken, bedenimi yokladığımda can çekişirken çırpınacağını bilmek çok insanî geliyor. İnsanın dünyadaki durumunu ve duruşunu çok iyi anlatan bir çelişki. İki ayrı ve zıt şeyin aynı anda bir yerde bulunması hali. Tam bir bıçak sırtı. Ölümse, bu iki ayrı zıt halin, insanı insan yapan bıçağın iki yüzündeki farklılıkların cem olması, insanın tamamlanması ve 'olması'.

O halde öyle çok mutlu oluyorum ki, gidenin tamamlanmış olup, Tüme varıyor olması içime öyle garip lezzetler bahşediyor ki; meraklanıyorum ve kendim için de istiyorum. Benzer bir çelişki burada da var. Onun gelmesini beklemelisin, eğer koşup gidersen olmuyor.

Bunlar olup biterken, merhum defnedilirken mezarın başında ince ince, vakarla ağlayan eşi geliyor gözümün önüne. Metaneti kaybetmiyor ama yaşlar durmaksızın akıyor. Bu öyle tatlı ki. Hayır vahşice keyif alıyor değilim. Aşıkın maşukuna bakarken bakışlarından akan sevda gibiydi.

Yine de kapakları kapatıp, toprağı atarken bu kadar aceleci olmasını anlamıyorum insanların. Çabucak üstünü örtüp, orada bırakıp gitmek mi istiyorlar? Ya da kaçırdığım bir şey mi var? Biraz daha sakince, olgunlukla yapılsa olmaz mı? İçime dokundu biraz.

Evet, hayatın mutlak gerçekliği hakkında dağınık düşüncelerimin hülasası böyle. Zaten insan hiç deneyimlemediği bambaşka bir varoluş hakkında nasıl derli-toplu şeyler anlatabilir ki?

Gayrımemnun

Evvel zaman içinde bir zamanlarda haftasonlarında babamla birlikte araba yıkardık. Boyum da yaşım gibi kısa olduğundan genelde erişebildiğim yerdeki fasülyeden kısımlarla ilgilenir; gerektiğinde kova, fırça, kuru bez gibi malzemeleri oradan oraya taşırdım. Şoför koltuğuna oturup çeşitli hayaller içinde direksiyon ve gösterge kadranını temizler, tozunu alırdım.

Gayrımemnun oluşuma dair havsalamdaki ilk iz işte budur. Orada oturmuş aralara köşelere kaçmış tozları kovalarken kadranın ne kadar müsrif ve işlevsizce tasarlandığını düşünürdüm: Bak şimdi, şu devir saatini şu kenara alsan ve şu el freni lambasını şimdikinin yarısı kadar yapsan ne tatlı olacak değil mi? Bunu yapan mühendisler niye düşünmemişler bunu? Bir mektup yazsam, yeni modellerde düzeltirler kesin!

Tabii bu mektup fikrini kimseye açmadım. İyi de yapmışım. Aksi halde şimdi aile sohbetlerine meze olan tavuklu saatin yanına yeni bir konu çıkmış olurdu. Halbuki o saati de tamir edecektim, 'daha iyi' olacaktı. Ne kötülük var bunda?

Sonra, çok sonra bir akşamüstü işlek bir caddede yürüyor ve bir yandan da konuşuyorduk. Aniden bir vitrinin önünde durunca kafamı kaldırdım, normal şartlarda muhtemeldir ki dikkatimi çekmeyecek üç abiye elbise vardı karşımda. Soru şu: Bunlardan hangisini seçersin? Kendimi seçim yaparken buldum. Sağdakinin deseni abartılı, soldakinin kesimi çirkin, ortadaki belirgin bir şekilde fena değil. O halde ortadaki olmalı.

Karşımdaki gözler gülümsedi: İşte sen busun! Yani neyim? Sürekli fena yanları tespit ederek eleme metoduyla ilerliyordum. Üstüne üstlük fenalıklar da gerek kıymık mesabesinde, gerekse kazık mahiyetinde olsun gelip gözüme batmayı pek iyi beceriyordu. Hülasa, seçim yaparken sürekli surette ehven-i şerden yanaydım.

Bana daha ilginç gelense, o güne kadar bunu hiç farketmeyişimdi. Herkes gibi seçimler yapıp, beğendiğim alır gerisini bırakırım sanıyordum. Hakikat bambaşkaydı! Şimdiye kadar hiç bir şeyi beğenmemiştim. Mutlak bir kusur asmış, bir eksik tespit etmeyi başarmıştım. Ne de olsa insan tarafından icra edilen her şey eksik değil miydi? İşte o eksikleri bulan da bendim anlaşılan.

Ve fakat, farketmemiştim bile bunu. Yapılanı eksik bulsam da, azamî istifadem ne olabilir1 diyerek elimde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim2 sorusunu soruyordum. Eksikleri bir lahzada bulmak, kendi başına hiç bir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar ki?3

Evet, hiç bir şeyi beğenmeyen adamın içinden yarar ve faydayı gözeten bir başkası çıkıyordu. Sırf bu bile pragmatist bir yaklaşım değil miydi? Madem ki kendimin bu hali faydasız tenkitlerden öte gitmiyor o halde daha az kötü olanı 'iyi' addetmeli, bununla yetinmeliydim. Peki ama kendimin 'yarar' yanını seçen yanım kimdi ve içimde nerede yaşıyordu acaba?

İşin bir başka boyutu da diğer insanlarla tesis ettiğim ilişkilerde ortaya çıktı. Onları da merak ediyor, bir otomobil kadranındaki gibi net olmasa da eksiklik ve arızaları 'seziyordum'. İnsanın çok boyutlu ve anlaşılması güç halleri sebebiyle sadece sezgisel bir biliş olmaktan öte gidemiyordu bu hal.

Bu bulanıklık hiç de geri durmayan meraklı yanlarımı kamçıladı. Kimi zaman, "bu nasıl olabilir ki" derken, bazen de "böyle olmamalı, aslında şöyle olmalı" şeklinde kınıyordum hiç tanımadığım insanları ya da yakınlarımı. Sokakta, evde, işte, okulda ve olabilecek her tür sosyal çevrede insanların halka açık sunduğu tüm verileri inceliyor ve hükümlere varıyordum. Bir de yanlış/eksik yapılan şeylere müdahale etmesem çok daha iyi olacaktı.

Ölçülü davrandığımdan mı yoksa neyi kime söyleyeceğimi de farketmeden iyi seçtiğim için mi bilmiyorum çok şükür ki bu çıkıntı halim yüzünden dayak yemeden yaşamayı başardım belli bir yere kadar. Lakin hiç bir şey göründüğü kadar değildi. Öyle bir yere vardım ki sanki tahsilat vakti gelmiş gibi merak ettiğim yahut kınadığım her tür insani hali yaşıyordum bir şekilde. O güç durumda aslında şöyle yapmalı dediğim her güç durum gelip karşıma dikiliyordu. Haydi o dediğin gibi yap öyleyse!

Kazın ayağı göründüğü gibi değildi ve kendi bağlamı içinde her şey pek güçtü. Bekara karı boşamak kolay diye buna demişlerdir herhalde. Zaman ve mekan uygun şekilde kesişip, içinde de doğru insanlar bulunduğunda burnunun ucunda sivri bir bıçak buluvermek an meselesiydi. Her şey ama her şey mümkün olabilir ve bu sadece bir kaç nabız vuruşu uzaklıktadır insana. Beş dakka ne ki, anda değişir bütün işler.

Ve böylece, kimseyi kınamak düşmez bize demeyi öğrendim sevgili okur. Herkes gibi eksik-yüksek benim de doğrularım yahut doğru bildiklerim var evet. Buna uymayanı nasıl kınayabilirim ki? Kendi bulunduğu gerçeklik içinde ona doğru gelen bu olmalı. Geçmişten gelen yükler, geleceğe dair tasavvurlar arasında tam şimdi yapabildiği şey bu olmalı. Zaten daha iyisini yapabiliyor olsaydı ya da yapabileceğine inansaydı öyle yapardı. O halde gencecik yaşına rağmen dilenen şu kadını da, ceplerden cüzdan çeken şu delikanlıyı da kınamak düşmez bana. Kimseyi kınamak düşmez. En çok yapabileceğim kendi hesabıma ders çıkarmaktır, ötesi nafile uğraş.

1, 2, 3 - Saatleri Ayarlama Enstitüsü, A.H.Tanpınar, Dergah Yayınları.

Sanat Kimin İçin?

Selamlaşmak ameliyesinin terkedildiği bir yerde, verilen selama daha coşkulu bir karşılık almaktan daha âlâ ne olabilir? Desin Hanımefendi selamıma harika bir reverans ile mukabele ederken eteklerinden dökülen çengellerin soru işaretleri olduğunu farkettim. Elbette her biri bir başka düşünce yumağına takılmayacak da başka ne olacak?

yazı bizim için bir ayna mıdır? yahut da şöyle sorayım: yazı bizim aynamız mıdır? aynı gibi görünen, ama aslen ayrı olan bu sorulardan muradım şudur: yazdıklarımız bizi tanımlar ve belirtir mi? kendimiz, yazdıklarımızın içinde yer alabilir miyiz? kendimizi yazdıklarımızda tam olarak yansıtabilmek mümkün müdür?

Yazı nedir diye düşünürken aklım sıçradı. Fotoğraf ve resim, ebru ve hat gibi başka sanat dallarında 'insanın içi'nden çıkanlar şöyle bir gözümün önünden geçti. Edvard Munch Beyefendi'nin Çığlık'ı ile Tutunamayanlar'ın Selim Işık yan yana gelince, aslında çok da farklı değiller dedim içimden...

Meselenin özü 'insanın içi'ndekileri bir şekilde aksettirmesiyse, pek çok mecrayı ayna olarak kullanabilir adem evladı. Kah bir tuval, kah bir teksir kağıdı yahut karanlık odada ilaca yatırılan negatif varoluşa aynalık edebilir.

Ve fakat, zannederim ki bu mecralar aynalık keyfiyetince pek de muvafık değildirler. Eksik yahut yanıltıcıdırlar. Bulundukları açı itibariyle bakan gözleri başka, öznenin kendisiniyse daha başka bir hâle sokmaya muktedirler. Bunu tecrübe etmek için düz, iç bükey, dış bükey ve polarize bir takım aynalar edinmek kâfidir.

Peyki bu yanılma payı nerden geliyor? Şu vakte kadar tespit edebildiğim kadarıyla diller arası çevirilerdeki zayiat benzeri bir şekilde haller arası çevrimlerde de büyük bir kayıp mevzu bahis. Daha fenası; diller arası zayiatlar bir zamandır dikkate alınıyorsa da haller arası dönüşüm meseleleri henüz gözlerden ırak.

Bunu böylece ifade ettikten sonra yazı bahsine dönmek isterim. Zira kendi içimdekileri aksettirebileceğim tek mecra şimdilik yazıdır. Farkettiğime göre, resim yahut müziğe pek kabiliyetim yoktur. Varsa da bunları farkedip tıkaçlarını çıkaracak göz ve öz sahiplerine muhtacım efendim. Belki de erken yaşta dillenip konuşmaya başlamam, akranlarım konuşmazken cümle kuruşlarım hep bu söze yatkınlığın neticesidir. Hayır canım, yazıcılar aleminde bir ziya gibi parlıyorum diyecek değilim. Diğerleri arasında buna yatkınlığım olduğunu anlatıyorum epi-topu.

Başkalarının içinin ne kadar "doğru", ne kadar "tam" yansıdığını bilemeyeceğimden ancak kendimden yola çıkarak bir takım çıkarımlar yapabilirim: yazı ya da sanat, insan için net bir ayna değildir kanaatindeyim. Evet, eserlerimiz bizi "eser" miktarda tanımlar ve belirtir fakat tam bir bütünlük içinde olması kâbil görünmüyor şahsımca.

Edebiyat tarihinin şaheserlerinden, modern zamanların duvar resmi olmaya aday grafitilere dek tümü biraz eksiktir. Tıpkı "insan tarafından icra edilen şeyin eksik" olması gibi. Bu yüzden hiç bir sanatçının ardından "kendini çok iyi anlattı da öyle göçtü" denemiyor da sağlığında kıymetinin bilinmediğinden dem vuruluyor. Halbuki dem bu demdir efendiler, diyesim gelir her seferinde.

Bu eksiklik hep vardı ve medeniyet ne derece inkişaf ederse etsin olmaya devam edecek. Öyleyse, nasılsa eksik kalacak diyip vazgeçmek beyhude olur. Alabildiğince zatî unumuzdan katıp, özümüzün lezzetini içermesini umduğumuz kurabiyeleri fırına vermeliyiz. Ancak bu şekilde mevcudiyetimiz başkalarının ağzında dağıldığında yüzlerinde oluşan ifadeyi görebilir, heder alabiliriz. Evet işte, eserlerimizin aynalığındaki dolaylılık ve bozuluş bu denlidir. Ama ve lakin başka da çare yoktur!

Şu halde toparlayacak olursak; sanat kendini görmek isteyen içindir. Hatta ve dahi, kendinin içindeki kendine bilinmek isteyen sanatın yaratıcısı öz içindir. Peki buna imkan sağlayan bir sanat mevcut mudur? Bunu da bilahare düşünelim kısmetse.